23 Ekim 2016 Pazar

Uyağımda Ölüm

Mağlup bir şah iken gâlip bir nefer-i merkûm
Yürüyorum sılaya, uyağımda ölüm

  (Güle güle, Seslerin Sessizliği, syf.42, Can Yücel)

  Yavaş git, bu dünyadan bir kere geçeceksin. Yalnızca bir defa yol üstü sayılabilecek diyarlardan burası. Yavaş git, her kavşakta soluklan, her kavşakta kontrol et deponu, her kavşakta bir yükünü fırlat camdan. Zira yüklerinden kurtulamadan geçip gitmiş olacaksın. Safran kokularının salındığı güzel pencelerin sahibi güzel binalardan geçeceksin. Kapası kimi zaman kapalı kimi zaman açık olan safran kokulu binalardan. Bozuk meretlerin, pis çöplerin kokuları arasından da geçeceksin. En kötüsü de hangi kokuyla ve hangi çehreyle buradan geçip gideceğini hiç bilemeyeceksin. Belirsizlikle dost olarak, şaşırtan bahtiyarlıklara karşı minnettar bir yolculuk olacak bu. Yan koltuğun kah dolacak kah boşalacak. Ve bu yolculuk geçip bitmiş olacak göz kırpmaya bir kala. Son çeyrekte yanındaki boşluğu yadırgamayacaksın bile. Soğuk yalnızlık sıcak hava yastığın olacak. Ama merak etme yalnız ölmeyeceksin. İkiyüzlülüğün sağolsun, yalnız ölmeyeceksin. İlk darbede sert yanın tuzla buz olacak. Daha sonra naif yanın yalvarmaya başlayacak bildiği bütün duaların ışığında. Zaman eskisi gibi seyrolmayacak. Belki de ilk defa bedenini yalnız sen kullanacaksın. Ne yazık ki yapabileceğin tek şey beklemek olacak. O an vardır ya, duvara çarpacağını bilirsin, çok hızlı gidiyorsundur. Ama çarpmamak için elinden gelen bir şey yoktur. Yavaşlamak için çok geç, freni köklemek lüzumsuz bir eylemdir. Tam o an zaman işlevini yitirir. İşte o gibi anlarda insanlık namına her ne kötü sayılan eda var ise kaybolur. Yakaran bir ağıza dönüşürsün. Fakat lal'ü ekbem kalmış bir ağıza. Ölüm meleğiyle bakışırken, çarpışacağın duvarı bile yeğlersin böylesine bir çıplaklığa. Arkasına saklanacak yeni bir yüz ararsın. Nafile çareler üretirsin. Ve her şeyi bir kenara bıraktığında yeni bir yolculuk başlar belki. Belki yavaş gitmemiz daha iyi olmaz bu yolculukta. Belki cidden bal damlayan şelalelerle bezeli, dağların, tepelerin bucaksız olduğu bir yere başlamıştır yolculuk. Aksi senaryo ruhumu daraltıyor. Ama belki gerçekten yeni bir yolculuk başlar ölüm meleğiyle randevumuzun ardından. Ama bunu öğrenmek istemiyorsun değil mi şimdi? Şu anda zamanın yirmi dörde bölündüğü, yolları asfaltla bulanmış bu garip muhitte kalmak istiyorsun. O zaman yavaş git, zira bu dünyadan bir kere geçeceksin. 

19 Ekim 2016 Çarşamba

"...Artık etrafıma bakmıyordum; kendimi içimde uğursuz bir musiki gibi yükseldiğini hissettiğim düşüncelere bırakmıştım: "Ne diye bunun böyle olmasından mustaribim?" diyordum. "Niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? Bütün bunların lüzumu ne? Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit, kül rengi hadekalarında hiçbir rengin gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuzda gülecek olduktan sonra... Ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. Bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. Hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır. Diyarlar fethedelim, mucizesine erilmez eserler verelim, her anımıza bir ebediyet derinliği veren ihsasların birinden öbürüne atlayalım, aralardaki en kısa fasıllarda onun zalim alayı ile karşılaşırız. Hiç ummadığımız zamanda o gelir, karşımıza oturur, gözlerini gözlerimize diker... Kaç defa ondan en uzak bulunduğumu sandığım bir anda bulanık, ıslak nefesini alnımda duydum. Okşadığım tende, kokladığım gülde, içtiğim içkide hep o zehir vardı. En hazlı, en mesut uykudan uyanır uyanmaz bu acayip ifriti siyah meşinden bir mahluk gibi kollarımın arasında bulmadım mı?"

   (Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, 1946)

Öne Çıkan Yayın

"Sessizce kendi kendime konuştum, alaycı bir tavırla başımı omzuma dayadım. Ne diye tasa çekiyordum sanki : ne tıkınacağımı, ne içeceği...