"Fatih parkın'nın kenarında yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.
- Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! diye bağırıyordu.
+ Yaşasın hemşerim, dedim."
(Alemdağ'da var bir yılan, Sait Faik Abasıyanık)
Gözlerimi kapamaya çalıştıkça her okuduğum kelime kerpetenle açılmaya zorladı göz kapaklarımı. Hal böyle olunca kendim ile ilgili yazdığım saçmalıklara sizi ortak etmek istemediğim kanısına vardım. Hele ki vasızsıf eleman sayıldığım, hiçbir yaptırım gücüm olmadığı bu dönemimde. Eski dostlarıma dönebileceğim bu kutsal boşluk dönemim kerpetenin etkisini biraz daha arttırdı. Proleter olma yolu önümde sere serpe uzanırken, kaz tüyü gözüken içi taş dolu yastığın beni kandırmasına izin mi vermeliydim? Nefret ettiğimiz ırklarımızı her geçen saniye birbirinden uzaklaştıran burjuvazi gözüken hayatıma, burjuvazi gözükmek için yaşayacağım bir yaşama mı devam edecektim?
Kimileri seçim hakkının kendinden uzun zaman önce alındığından dert yanarken, ben de o adam maskesi takmış budalalardan olup yaşamımı ufak bir minyatür adam kılığında mı sürdürecektim? Diplomamı çerçeveletip evimin en güzel duvarına asınca adamlığım, aydınlığım mı tescillenecekti? Yoksa dalkavukluktan başka meziyeti olmayan insanların siyaset adı altında boyundurluğu altına giren bizler kanaatsizlikten beslenip farazi kararlarla hayatlarımızı anlamlandırmaya mı çalışacağız sürekli? Oysa insan gerçekten inandığı bir gayesi varsa onu sonuna kadar savunabilir. Geçim derdi adına siyasete atılmış her kimse o kurumun en büyük düşmanıdır. Ki böylelerinin kanaatleri de kanaatsizlikten doğar. Kast sisteminin görünmezlik pelerini taktığı bu yüzyılda; her toplu taşıma yolcuğunda, her piyango bayinde, trafik ışıklarının çobanlık ettiği kalabalık yollarda hep aynı bezmişliğin insanlığa oturduğunu gördüm. Türk melankolisi dediğimiz hüzün milli duygularımızı giderek baskılıyor. Her enflasyonda kanal değiştiriliyor, maaşlara gelen küçük zamlarda çocuk gibi mutlu oluyor, lütuf gösterilerine müsamaha gösteriyor asla ama asla yadırgamıyoruz. Her aksiyonun bir adım öteyi tahmin eden satranç ustası tarafından yazılabileceğini düşünmüyoruz. Çünkü düşmanlarımızı kendimiz yaratıyor ve onları milli çıkarlarımızı kullanmaları için teşvik ediyoruz. Bizler ütopyaları yadırgıyor ve distopyalara sığınıyoruz. Tezat kendini iki dünyanın ortasında gösteriyor. Hatta kast sisteminin en orta basamağında. Marksizm'in proleterya. Bundan da dert yandığım sanılmasın. Sınıfsızlık zeki insanların işine gelebilecek bir sistem değildir. Hatta çoğunluğun rasyoneli baskılamasına göz yuman her sistem ya da sistemsizlik akıl işi değildir.
Biraz da bizim içinde olduğumuz rejimi yoklamak gerekirse insanların neden içlerinde yaşadığı hüznü hayatlarına eş edinleriklerini algılayabiliriz. Demokrası; fikir açısında ideal gözükebilir. Fakat aksiyonların -rejimlerin- belli bir fikir yoğunluğundan doğduğu lakin doğurduğu sonuçların asla aksiyonla tam olarak bağdaşamayacağı aksini sorgulatmayan bir nazariyettir. Bilakis aksiyonu doğuran fikir de aksiyonla yol boyunca kol kola gidemez. Ya gerisinde kalır -çoğunlukla- ya da önüne geçilemez bir evrime tabi tutularak başkalaşır. Bizim güzel demokrasi fikrine teşekkül eden de bu durumdur. Artık demokrasi kitle imha silahı olarak kullanılmaya açık bir silahtır. Çoğunluğun azınlığı baskıladığı bir sistemden gayri değildir. Karşı gelmeden önce düşünmenizi isterim. Onlarca yıl monarşinin ikiz kardeşi saltanatla yönetilmiş bir ırk nasıl olur da kendi kararlarına sağır kalmaya alışmaz? Ya da ilk Türk kavimlerindeki gibi ideal, karizmatik lider görüşü nasıl eskiyebilir? Ya da Nietzsche ortaya Üst İnsan ( Übermensch) fikrini atıp insanları ayırırken bu fikir aslında ilk çağlardan beri vardı desem ve sizleri romalı yazar Lucian ve onun Hyperanthropos'unu takdim etsem, inancınızı sağlama adına düşünmenizi umarım sağlayabilirim. İnsanlık tarih sahnesinde görüldüğü üzere seçmek konusunda çoğu zaman başarısız olmuştur. Aydınlar çoğu zaman koltuklarında yaşlanmış, budalaların boyundurluğunda kalmışlardır. Desteklemeye çalıştığım şey monarşinin geçerliliği değildir lakin demokrasinin bu işlevsizliği gözler önünde iken ve doğru yolun hangisi olduğundan emin olamazken gözüme en yanlış gelen gücü halka teslim etmektir."Demokrasi ile diktatörlük arasındaki fark; demokraside oy verip sonra emirlere itaat edersiniz, diktatörlükte ise zamanınızı oy vermekle harcamazsınız." der Bukowski. Ve Aziz Nesin'in dediği gibi "Halkın yüzde altmışı aptaldır." Her ne kadar demokrasi özünde deva niteliği taşıyan bir fikir olsa da, evrim basamağında ters köşe olmuş ve giderek alçalmıştır. Hal bu ise derman dertte aranır diyelim. Bir ulusun düşünmeyi hatırlaması için ne kadar süre gerekir? Yakında bayilerde...