31 Temmuz 2017 Pazartesi

Agah

Bir pula satmış gibiyim dünyayı. Öyle bir rahatlık tecelli oldu seceyama. Sabahın ilk demlerinde yavaşça adımlarken sapa bir sokakta, düşünüyorum, benden gamsızı var mıdır bu dünyada. Akalim susmuş, pençe divan önümde. Ki umursamayınca geçen mevsimleri, sağanak yağışları, kör fırtınaları, yeni filizlenen fideleri; varsın eğilmeyiversin önümde. Keşke terk edebilsem şu istiğnayı. Keşke sırtlanabilsem şu koca dünyayı. Keşke dertlenebilsem acizliğime. Lakin gözlerim gaflete düşmüş, alışmaya düşmüş, koyvermeye düşmüş. Takatim sineye çekmiş dertlerini de dermanlarını da. Hakikate hasretim sineye yangın gibi, derman yerine. Bilakis sönmeye hasret değil, yanmaya meftun. Şu enaniyet, bulamamak istiyor daimi şekilde. Keşke terk etse bu inatçı ahvalini. Bulmaya çalışmaya başlasa, hicranı körüklemese, güzelim şemalini bozsa, güzelim fikrini aldatsa. Keşke mum dibine ışık vermeyi öğrense, deforme olmadan. Yanarken sönmeye alışsa. Ebediyet şerbetinin tatlı tadını alsa aydınlattığı her neferden. Lakin mum sağır, mum âmâ. Lakin ahvezi olacak izin verseler avam cemiyete. Elden ne gelir; dertsizliği dert edinmiş avam. Tasalarla bir etmişler bedenlerini. Ki kurtarmaya çalışıyorsun tasalarından onları, istemiyorlar. Ki kurtarıyorsun tasalarını onlardan, dağılıveriyorlar. Keşke herkes gibi terk etse, bizleri bu avuntular selselesi. Keşke iblis başka oyun oynasa, ümit vermek yerine. Keşke ümit etmeye düşse bir yangın. Çarpsa bir yıldırım ve dağıtsa ümitle beklediğin yerdeki durağanlığını. Yok etse ümidini ve kaçmaya daha doğrusu koşmaya zorlasa acziyetiyle yerinde sayan insanlığı. Keşke herkes gibi terk etse, insanlık istiğnayı. Keşke herkes gibi terk etse ummayı, beklemeyi, durağanlığı. Zira bütün gökyüzü güneş olsa, yerinde sayan karanlıktadır. Ve karanlık tek kalanların, ümit gücünü salt akıllarına bağlayıp kendilerini avuntanların leşleriyle doludur.
  "Her zaman kendi mukadderatımızla hudutlanmış ve âdeta kendi ümidimize hapsedilmiş gibiyiz. Her ferdiyle ıstırap çeken cemiyet içinde cemiyete karşı aciz ve hürriyetsiziz. Ona kafa tutamayız, zira sahibimiz odur ve söz dinletemeyiz, zira kafalar dinleyecekleri sözleri evvelki hazırlanışlarına göre seçerler." (Çamlıcadaki Eniştemiz, Abdülhak Şinasi Hisar)

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Dehar


Karşına çıkacak en kötü düşman her zaman kendin olacaksın. Mağara ve ormanlarda kendini takip eden kendinsin. Yalnız insan sen kendine doğru gidiyorsun. Yolun senden ve senin, yedi şeytanından geçer. Kendinin cini, perisi, kâhini, delisi, şüphecisi, uğursuzu ve kötüsü olacaksın. Kendini kendi alevinde yakmak istemelisin. Kül olmadan nasıl yenileneceksin?" (Böyle buyurdu Zerdüşt, Friedrich Wilhelm Nietzsche) 

Dünyada üç çeşit insan var dedi eski bir arkadaşım. İlki mağaralarına girmeye cesaretleri dahi oymayanlar, hatta kendilerinden haberdar olmadan yaşayıp seyir olanlar. Onlar ki sormuyorlar, onlar ki hiç yorulmamak için ömürlerince sıkılıyorlar. Ayrıca meyve bıçağıyla elma soyup, bacaklarını sehpaya uzatmış televizyon seyrederek geçiriyorlar yaşamlarını. İşlerine gidiyorlar, geliyorlar, yine gidiyorlar. Ve süregeliyorlar diğer hemcinsleri gibi. Ne için var olduklarını sormadan göçüp gidiyorlar.
 İkincisi de mağaralarına kafalarını uzatıp usulca adım atanlar. Onlar temkinli adımlarla giriyorlar mağaralarına. Yavaşça ilerledikçe karanlıktan ürküyorlar. Yarasalar karabasanları oluyor. Lakin cesaret kanlarında ve alışmak biricil dürtüleri. İlerledikçe benimsiyorlar ve giderek ilerlemek istememeye başlıyorlar. Yorulmak söz konusu olmazken mağaralarına giriftar kalmak yavaşlatıyor onları. Tutkunlukları arttıkça ışığı bulma heyecanları sönüyor. Ümitleri karanlıkla bezeniyor. İlerlemek istememeleri artık cesur olmadıkları anlamına mı geliyor? Kendine, kendi dehlizlerine vursalar belki bulacaklar daha keşfedilmemiş taraflarını lakin sert mağara koşullarında dönüştükleri şey belki de yeterlidir. Esir kalsa da kendi ininin içinde, gözleri karanlığa alıştı, gizlerini yeterince çözdüğünü düşünüyor. Hiç değilse ilerlemek istemediğini biliyor. O halde onun kendine giriftar kalması, ilerlemeye mecali olması fakat isteği olmaması hatadan mı gayridir? Onların kendini bilmesi, ne ileri ne de geri gitmek istemesi özgürlüğüne engel olacak kadar mühim midir? Ki zaten özgürlükten prangalar altında söz edilmez mi? 
 Gelelim üçüncüsüne; onlar mağaralarında mütemadiyen durmaktan hoşnut olmayanlar. Sürekli ileri, sürekli bir ışığın, bir kıvılcımın izinde; aşma hayaliyle bezenmiş, ellerinde ümitlerini fener edinmiş durmadan seyir olanlar. Onlara, ne kadar tırmansalar da manzara yeterince güzel gelmez. Sanki yetinmemeye ant içmişler Kalu Bela'da. Onlar bizleri ileri taşıyanlar. Lakin yan yana yürümesi de imkansız olanlar.  Yolculukla lanetlenmiş ruhlar. Sürekli derine ve yukarı doğru. Hiç ışık görmeksizin, ışığın hayaliyle yol almaya doğru. Büyük ödüle kavuşma heyecanıyla. Neden varolduğunu belki de keşfetme amacıyla. Yorulmaya ant içmiş onlar Kalu Bela'da. Onlar Ali Şeriati'nin dediği gibi "Bu dünyaya acı çekmeye gelmişler." Onlar belki de vaz geçmeye her zaman daha yakın olacaklar. Kaçış tünellerini mağaralarının kuytu yerlerinden kazıp, yerlerini unutmayı seçecekler. Lakin her daim çıkabilecekleri, akıllarının mutlaka kalacağı bu mağaraları pes etmeyi kendilerine yediremeyecekleri için terk edemeyecekler. İlerlemekten başka çaresi olmayanların güçlülük maskesi takılmış çaresiz bedenlerini düşünsenize. Bu diyarı taşımak için gelmiş olanları ve isteyerek yükledikleri bu küfeleri. Fakat aydınlığa yürümenin yolu, el mahkum yollara düşmektir. 

" İnsan çekilirse içindeki mağaraya, her yanı karanlık bilir. Her yer ona mağara görünür. İçindeki aydınlığa yürümenin yolu yollara düşmektir." (Mesnevi, Mevlana Celaleddin Rumi)

Öne Çıkan Yayın

"Sessizce kendi kendime konuştum, alaycı bir tavırla başımı omzuma dayadım. Ne diye tasa çekiyordum sanki : ne tıkınacağımı, ne içeceği...