22 Kasım 2016 Salı

Yaşasın Hemşerim

"Fatih parkın'nın kenarında yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış. 
- Yaşasın demokrasi
, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! diye bağırıyordu. 
+ Yaşasın hemşerim, dedim."

(Alemdağ'da var bir yılan, Sait Faik Abasıyanık)

Gözlerimi kapamaya çalıştıkça her okuduğum kelime kerpetenle açılmaya zorladı göz kapaklarımı. Hal böyle olunca kendim ile ilgili yazdığım saçmalıklara sizi ortak etmek istemediğim kanısına vardım. Hele ki vasızsıf eleman sayıldığım, hiçbir yaptırım gücüm olmadığı bu dönemimde. Eski dostlarıma dönebileceğim bu kutsal boşluk dönemim kerpetenin etkisini biraz daha arttırdı. Proleter olma yolu önümde sere serpe uzanırken, kaz tüyü gözüken içi taş dolu yastığın beni kandırmasına izin mi vermeliydim? Nefret ettiğimiz ırklarımızı her geçen saniye birbirinden uzaklaştıran burjuvazi gözüken hayatıma, burjuvazi gözükmek için yaşayacağım bir yaşama mı devam edecektim? 

 Kimileri seçim hakkının kendinden uzun zaman önce alındığından dert yanarken, ben de o adam maskesi takmış budalalardan olup yaşamımı ufak bir minyatür adam kılığında mı sürdürecektim? Diplomamı çerçeveletip evimin en güzel duvarına asınca adamlığım, aydınlığım mı tescillenecekti? Yoksa dalkavukluktan başka meziyeti olmayan insanların siyaset adı altında boyundurluğu altına giren bizler kanaatsizlikten beslenip farazi kararlarla hayatlarımızı anlamlandırmaya mı çalışacağız sürekli? Oysa insan gerçekten inandığı bir gayesi varsa onu sonuna kadar savunabilir. Geçim derdi adına siyasete atılmış her kimse o kurumun en büyük düşmanıdır. Ki böylelerinin kanaatleri de kanaatsizlikten doğar. Kast sisteminin görünmezlik pelerini taktığı bu yüzyılda; her toplu taşıma yolcuğunda, her piyango bayinde, trafik ışıklarının çobanlık ettiği kalabalık yollarda hep aynı bezmişliğin insanlığa oturduğunu gördüm. Türk melankolisi dediğimiz hüzün milli duygularımızı giderek baskılıyor. Her enflasyonda kanal değiştiriliyor, maaşlara gelen küçük zamlarda çocuk gibi mutlu oluyor, lütuf gösterilerine müsamaha gösteriyor asla ama asla yadırgamıyoruz. Her aksiyonun bir adım öteyi tahmin eden satranç ustası tarafından yazılabileceğini düşünmüyoruz. Çünkü düşmanlarımızı kendimiz yaratıyor ve onları milli çıkarlarımızı kullanmaları için teşvik ediyoruz. Bizler ütopyaları yadırgıyor ve distopyalara sığınıyoruz. Tezat kendini iki dünyanın ortasında gösteriyor. Hatta kast sisteminin en orta basamağında. Marksizm'in proleterya. Bundan da dert yandığım sanılmasın. Sınıfsızlık zeki insanların işine gelebilecek bir sistem değildir. Hatta çoğunluğun rasyoneli baskılamasına göz yuman her sistem ya da sistemsizlik akıl işi değildir. 
 Biraz da bizim içinde olduğumuz rejimi yoklamak gerekirse insanların neden içlerinde yaşadığı hüznü hayatlarına eş edinleriklerini algılayabiliriz. Demokrası; fikir açısında ideal gözükebilir. Fakat aksiyonların -rejimlerin- belli bir fikir yoğunluğundan doğduğu lakin doğurduğu sonuçların asla aksiyonla tam olarak bağdaşamayacağı aksini sorgulatmayan bir nazariyettir. Bilakis aksiyonu doğuran fikir de aksiyonla yol boyunca kol kola gidemez. Ya gerisinde kalır -çoğunlukla- ya da önüne geçilemez bir evrime tabi tutularak başkalaşır. Bizim güzel demokrasi fikrine teşekkül eden de bu durumdur. Artık demokrasi kitle imha silahı olarak kullanılmaya açık bir silahtır. Çoğunluğun azınlığı baskıladığı bir sistemden gayri değildir. Karşı gelmeden önce düşünmenizi isterim. Onlarca yıl monarşinin ikiz kardeşi saltanatla yönetilmiş bir ırk nasıl olur da kendi kararlarına sağır kalmaya alışmaz? Ya da ilk Türk kavimlerindeki gibi ideal, karizmatik lider görüşü nasıl eskiyebilir? Ya da Nietzsche ortaya Üst İnsan ( Übermensch) fikrini atıp insanları ayırırken bu fikir aslında ilk çağlardan beri vardı desem ve sizleri romalı yazar Lucian ve onun Hyperanthropos'unu takdim etsem, inancınızı sağlama adına düşünmenizi umarım sağlayabilirim. İnsanlık tarih sahnesinde görüldüğü üzere seçmek konusunda çoğu zaman başarısız olmuştur. Aydınlar çoğu zaman koltuklarında yaşlanmış, budalaların boyundurluğunda kalmışlardır. Desteklemeye çalıştığım şey monarşinin geçerliliği değildir lakin demokrasinin bu işlevsizliği gözler önünde iken ve doğru yolun hangisi olduğundan emin olamazken gözüme en yanlış gelen gücü halka teslim etmektir."Demokrasi ile diktatörlük arasındaki fark; demokraside oy verip sonra emirlere itaat edersiniz, diktatörlükte ise zamanınızı oy vermekle harcamazsınız." der Bukowski. Ve  Aziz Nesin'in dediği gibi "Halkın yüzde altmışı aptaldır." Her ne kadar demokrasi özünde deva niteliği taşıyan bir fikir olsa da, evrim basamağında ters köşe olmuş ve giderek alçalmıştır. Hal bu ise derman dertte aranır diyelim. Bir ulusun düşünmeyi hatırlaması için ne kadar süre gerekir? Yakında bayilerde...

23 Ekim 2016 Pazar

Uyağımda Ölüm

Mağlup bir şah iken gâlip bir nefer-i merkûm
Yürüyorum sılaya, uyağımda ölüm

  (Güle güle, Seslerin Sessizliği, syf.42, Can Yücel)

  Yavaş git, bu dünyadan bir kere geçeceksin. Yalnızca bir defa yol üstü sayılabilecek diyarlardan burası. Yavaş git, her kavşakta soluklan, her kavşakta kontrol et deponu, her kavşakta bir yükünü fırlat camdan. Zira yüklerinden kurtulamadan geçip gitmiş olacaksın. Safran kokularının salındığı güzel pencelerin sahibi güzel binalardan geçeceksin. Kapası kimi zaman kapalı kimi zaman açık olan safran kokulu binalardan. Bozuk meretlerin, pis çöplerin kokuları arasından da geçeceksin. En kötüsü de hangi kokuyla ve hangi çehreyle buradan geçip gideceğini hiç bilemeyeceksin. Belirsizlikle dost olarak, şaşırtan bahtiyarlıklara karşı minnettar bir yolculuk olacak bu. Yan koltuğun kah dolacak kah boşalacak. Ve bu yolculuk geçip bitmiş olacak göz kırpmaya bir kala. Son çeyrekte yanındaki boşluğu yadırgamayacaksın bile. Soğuk yalnızlık sıcak hava yastığın olacak. Ama merak etme yalnız ölmeyeceksin. İkiyüzlülüğün sağolsun, yalnız ölmeyeceksin. İlk darbede sert yanın tuzla buz olacak. Daha sonra naif yanın yalvarmaya başlayacak bildiği bütün duaların ışığında. Zaman eskisi gibi seyrolmayacak. Belki de ilk defa bedenini yalnız sen kullanacaksın. Ne yazık ki yapabileceğin tek şey beklemek olacak. O an vardır ya, duvara çarpacağını bilirsin, çok hızlı gidiyorsundur. Ama çarpmamak için elinden gelen bir şey yoktur. Yavaşlamak için çok geç, freni köklemek lüzumsuz bir eylemdir. Tam o an zaman işlevini yitirir. İşte o gibi anlarda insanlık namına her ne kötü sayılan eda var ise kaybolur. Yakaran bir ağıza dönüşürsün. Fakat lal'ü ekbem kalmış bir ağıza. Ölüm meleğiyle bakışırken, çarpışacağın duvarı bile yeğlersin böylesine bir çıplaklığa. Arkasına saklanacak yeni bir yüz ararsın. Nafile çareler üretirsin. Ve her şeyi bir kenara bıraktığında yeni bir yolculuk başlar belki. Belki yavaş gitmemiz daha iyi olmaz bu yolculukta. Belki cidden bal damlayan şelalelerle bezeli, dağların, tepelerin bucaksız olduğu bir yere başlamıştır yolculuk. Aksi senaryo ruhumu daraltıyor. Ama belki gerçekten yeni bir yolculuk başlar ölüm meleğiyle randevumuzun ardından. Ama bunu öğrenmek istemiyorsun değil mi şimdi? Şu anda zamanın yirmi dörde bölündüğü, yolları asfaltla bulanmış bu garip muhitte kalmak istiyorsun. O zaman yavaş git, zira bu dünyadan bir kere geçeceksin. 

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Kapıldı

"Şüphesiz, insan, bütün hayvan nevilerinin seciyelerini kendinde toplamış bir mahlûktur, bir behime yekûnudur: Kaplan gibi yırtıcı, tilki gibi kurnaz, geyik gibi ürkek, arslan gibi cesur, köpek gibi sadık ve kedi gibi nankörüz... Fakat bu vahşet imkânlarını beşerî seciyemizin çelikten kafesleri içinde hapsettiğimiz için insanız ve boğa yılanından farkımız budur. " (Bir Tereddütün Romanı, Peyami Safa, syf.185 )
    
Adem'in oğulları ve kızları güzel birer hikaye olmak için yaşar. Kimi başarı öyküsüne, kimi aşk kimi de bedbaht bir hikayeye dönüşmek için yaşar durur. Ama ne oğulları ne de kızları başarısızlık dolu bir yola isteyerek girmez. İnsan iddaalı olmadığı bahse girmez, zayıf ata para yatırmaz.
 Buraya gidip gelen çocuğu hatırlıyor musun ? O ne Adem'in oğullarına ne de kızlarına benzer. Ona Şermihkam deriz. Dönüp duran yer kürede düzeni bozan tek çarık onunkidir. Her yüzyılda onun gibi biri gelir, dengeyi hep aşağılanmış olanın tarafında durup dengelemeye çalışır. Her yüzyıl biraz daha zorlaşır görevi. Her yüzyıl Tanrı onu biraz daha imtihan eder, biraz daha yorar. Son zamanlarda ağlarken gördüm onu evlat. Hıçkırıyordu. Yükü çok ağır evlat. Yükü feci. Ama baksanıza ona, şimdiden bir hikaye olarak anlatıyorum onu. Ne büyüktür omzunda bir görevle doğmak, lakin belirsizlik içine doğmak daha da zordur. Bizler Adem'in oğulları ve kızları, kendi hikayelerimizi yazmak için ne de uğraşıyoruz. Gaye arıyor, buluyor, koşturuyor, başarısız bilakis başarılı oluyoruz. Başardığımız devinim her ne kadar kapsıyorsa etrafını onun çapına binayen hikayenin büyüklüğü, unutulmazlığı belli ediyor kendini. Çok azımız ölümsüzlük şerbetini tadacak kadar şanslı oluyor. Dünyada içilmemiş şarap, ayak basılmamış toprak, tadılmamış lezzet kaldı mı ki? Bizlerin hikayeleri de benzer oluyor hallice.  Her güzel hikaye kapıldı. Bizler dünyaya karşı apolitik yetiştirilen, bireyin atılımına inandırılarak büyütülen fakat reşit yaşlarda kendimizi politik oyunlara piyon olurken bulan bir nesiliz. Bizler büyük adamların hikayelerine figüran olmak için büyütülüyoruz. Bizlerin hikayeleri avuntular selselesiyle dolup taşmak üzere. Oysa kendini hayat seline bırakmış giden zat-ı muhteremler mutluluk duyuyor, hayatın onlar üstündeki deviniminden, onlar üstündeki kontrolsüz gücünden. Onlar rahata eriyor, onlar sokakta ağlayabiliyor, onlar pes etmeyi biliyorlar. Biz sürekli akıntı önüne baraj yapmaya çabalarken, onlar akıntıyla beraber sürükleniyorlar. Bir kumsalda mı bulurlar kendilerini, bir kayalıkta mı bilemem. Lakin sorumluluk hayat üstünde kalıyor böylece, kader üstünde ; büyümeye ihtiyaç kalmıyor. Biz barajlar inşa edip, ketler vuralım hayat suyunun önüne, derenin gideceği yol bir. Kaynak bir, ölüm fedaileri hayat suyunun bekçileri. Ne diye çırpınıp duruyoruz; boğulmak için yapılması gerekendir çırpınmak. Ne acı, başka türlü yüzmeyi öğrenemiyoruz.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Bulduğun İlk Gölgede


 Kapa defterleri şimdi. Kapa kitapları. Elinden at şu kalemi. İşte tam şuan koca bir hiçsin. Darmadağan olacaksın. Darmadağın olmaya şuan mecalin yok. Ama olacaksın. Senin fethedecek kalelerin kalmadı. Benliğine elini soktun. Parmaklarınla beynindeki her kıvrıma dokunmaya çalıştın. Artık övünebilirsin. Seni yalnız sen mahvettin. Okuma artık. Yazmana hacet kalmadı. Gününü hayal toplayarak geçiren, elleri yaralı genç bir çocuğa bile ilham olamazsın sen. Sen ilham alamazsın doğadan, yaşamdan, içinde yaşadığın sürüden. Sen hep kaçtın. Mütemadiyen kaçtın. Seni var edeni, sürünü, üstten izleyerek kaçırdın. Yukarıdan bakmak ölümün oldu senin. Sen sıradan bir kurttun. Neyineydi kaçmak, neyineydi arayış? Sen şimdi otur bir köşeye. Kaç annenin dağ başında yeni aldığı saçma sapan dönümlük araziye. Bir işe yaramamak adam eder seni. Hala adam olmak istiyorsan tabi. Geç kendine söylediğin yalanlardan. Geç eğer hala olduğuna inanıyorsan yeteneğinden. Gerçi kalsa bile sen hiçbir kelimeye sadık kalamazsın. Sen başıbozuk, kelimeler şövalyesi. Lafı evirip çevirme artık. Söyleyecek neyin varsa, üzüntü yayıyor etrafa. Adam akıllı mutlu edemeyeceksin hiç kendini. Kendine verecek dermanın yoksa, kime; nasıl derman olacaksın? Kalın gövdeli, yaşlı bir ağacın gölgesinde yaşaman en hayırlısıdır bilakis. Bulunduğun alanı işgal etme artık. Artık bulduğun ilk gölgede yaşamaya bak.
 Kapat defterlerini. Yak kitaplarını. Elinden at kalemini. Elinden at itimatını.


"Kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz.
Açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var." (Halil Cibran)

9 Mart 2016 Çarşamba

İstikamet: Ara Elemanlık

Serin yıllar, dostane yıllar, bertaraf yıllar...Yıllarla dost olalı birkaç zaman oldu. Lakin hep kommensal takıldık onlarla. Mütemadiyen sömürdüm onları. Mütamediyen harcadım kendimi bir lütuf hatrına. Yaşama lütfu hatrına. Oysa her gün kalkıp otobüste ezilirken nereye gidiyorum diye sormadım kendime. Yaşama telaşına kapıldım her yeni gün. Yaşamayı lütuf bildim yıllarca. Deliğinden çıkan karıncalar gibi yemeğimi toplayıp gece vakti yine deliğime döndüm. Her gün aynı otobüsün yolcusu, yolları tavaf ederek geçirdim yıllarımı. İstiyor musun diye sormayı unuttum yıllarca. Şimdi de ne istediğimi unuttum. Önüne ne koyulursa yiyen asalaklara döndüm sanki. Ve de kendimi inandırdım yıllarca, kendi seçimlerimi yaşadığıma. Oysa şu küçük yerkürede birileri bana bir görev yüklemişti çoktan. Ara eleman olmayı hayal edecektim. Artık ara eleman olmayı bile istemiyorum. Simurg'a varan ama aslında sadece o an içinde önemli olduğunu hisseden, dönüş yolunda aynı umursamazlıktan müzdarip bulunan Hüdut kuşu gibiyim.  Sadece yolculuk anlamlı kılıyordu beni. Karıncalar gibi her gün aynı delikten çıkıp, aynı deliğe dönmek. Yaşam olarak verilen lütuf işte bundan ibaret. Düzeni bozmamak için süregeldiğimi düşünüyorum. Her ara elemanın yaşamaktan kaçamadığı buhran zamanı içerisindeyim. Deliğimden bir daha dönmemek üzere kurtulmak istiyorum. Ama düzen anlamlandırıyor beni. Düzen bana defolu damgası yapıştırabiliyor. İkametgah adresimle banka hesabı açabiliyorum. Nerelisin, neredensin, sorularına düzen sayesinde cevap verebiliyorum. Düzen var ediyor beni. Kendi yaratıcısından nefret eden küçük küstah yaratıklara döndüm.

"Tadını çıkara çıkara, yudum yudum kederleniyorum." (Büyük İnsanlık, Kendi Sesinden Şiirler, Nazım Hikmet Ran, syf.21 )

3 Mart 2016 Perşembe

03.03

"Başlangıçta bir şeylerden kaçmak için düşünürüz; sonra fazla uzağa gittiğimizde, kaçışımızın pişmanlığıyla kendimizi mahvetmek için..." (Çürümenin Kitabı, Emil Cioran (Sayfa 33))

Kaçmaya doyamadığım bir yıldı. Sorumluluklarımdan, kendime bir hayal arama çabamdan, gerçekten arkadaşım olan birinden ve de yeni bir şans vermem gerekenlerden. Ayrıca yüzleşme yılımdı bu sene. Ölümle, hastalıklarla, uzaklıklarla, belirsizlikle ve de en önemlisi akışa kapıldığımı kabul etmem ile. 
Lakin pişman olduğum tek bir hatıra yok güncemde. İnsanları çantama attım, dertleri çantama attım, mutlulukları çantama attım, planları çantama attım ; ve çantamı da odanın bir yerine. 
 Her ne dersem diyeyim bu bir yıl daha da büyüttü beni.  Acıyı gördüm tekrar annemin gözlerinde, birkaç kişinin gözlerinde bana verdikleri değeri gördüm, hayatla olan çat pat ama güzel ilişkimin keyfine vardım. Yaşamaktan zevk aldığımı fark ettim çoğu zaman. Ve zamanın beni okyanustaymışçasına yüzeyde tutacağını, yaşamın beni boğmayacağına dair inancım güçlendi. Kendime olan güvenim güçlendi. Korkularım azaldı ve ben hala aynı benim. En çok da mutluluk veren bu bana. Değişimin peşimi bırakmamasına rağmen, ben hala benim. Değişim bir beni değiştiremiyor. Eski dostlar gibi, sürekli dip dibeyiz. Tesadüfün rast gelmediği ama en olmayacak zamanda karşılaşılan iki aşık gibi paçamızı da bırakmıyoruz birbirimizin. Ama biliyorum ki ben değişimi seviyorum. Karşıma her ne çıkarıyor olursa olsun. Kıssadan hisse; doğmuş olmak keyif, yaşıyor olmak ondan da beter bir keyif. Doğum günüm kutlu olsun. 

Öne Çıkan Yayın

"Sessizce kendi kendime konuştum, alaycı bir tavırla başımı omzuma dayadım. Ne diye tasa çekiyordum sanki : ne tıkınacağımı, ne içeceği...